15 Nisan 2013 Pazartesi

NAZIM HİKMET'S CULTURAL CENTER




NAZIM HİKMET CULTURE AND ART FOUNDATİON


Nazim certainly wanted his work to be bound to his passionate political beliefs as much as to his life. Indeed all of his works that I have read show the remarkable ability to synthesize the personal and the political seamlessly Nazim's work demonstrates that his political ideology was born of his deep love for the world and humanity on the most intimate and microcosmic level By opening his heart so fully and exposing his joy and sorrow with such brave vulnerability, Nazim encourages us to love those
  • Nazim certainly wanted his work to be bound to his passionate political beliefs as much as to his life. Indeed all of his works that I have read show the remarkable ability to synthesize the personal and the political seamlessly
  • Nazim's work demonstrates that his political ideology was born of his deep love for the world and humanity on the most intimate and microcosmic level
  • By opening his heart so fully and exposing his joy and sorrow with such brave vulnerability, Nazim encourages us to love those naive and idealistic parts of ourselves that we are almost too embarrassed and too careful to allow to exist
  • Turkey, a place and a people Nazim loved in spite of all he suffered at the hands of government for that love, is also the place where the passion for his works is both the most intense and the most disputed
  • Solidarity. Upon serious thought, this seems to be the word that best reflects what the Nazim Hikmet Culture and Art Foundation is about


  • NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ


     







                               










    NAZIM HİKMET'S POPULAR POEMS

    Ben Senden Önce Ölmek İsterimI Want to Die Before You

    Ben 
    senden önce ölmek isterim. 
    Ben 
    senden önce ölmek isterim. 
    Gidenin arkasından gelen 
    gideni bulacak mı zannediyorsun? 
    Ben zannetmiyorum bunu. 
    İyisi mi, beni yaktırırsın, 
    odanda ocağın üstüne korsun 
    içinde bir kavanozun. 
    Kavanoz camdan olsun, 
    şeffaf, beyaz camdan olsun 
    ki içinde beni görebilesin... 
    Fedakârlığımı anlıyorsun : 
    vazgeçtim toprak olmaktan, 
    vazgeçtim çiçek olmaktan 
    senin yanında kalabilmek için. 
    Ve toz oluyorum 
    yaşıyorum yanında senin. 
    Sonra, sen de ölünce 
    kavanozuma gelirsin. 
    Ve orda beraber yaşarız 
    külümün içinde külün, 
    ta ki bir savruk gelin 
    yahut vefasız bir torun 
    bizi ordan atana kadar... 
    Ama biz 
    o zamana kadar 
    o kadar 
    karışacağız 
    ki birbirimize, 
    atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz 
    yan yana düşecek. 
    Toprağa beraber dalacağız. 
    Ve bir gün yabani bir çiçek 
    bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse 
    sapında muhakkak 
    iki çiçek açacak : 
    biri sen 
    biri de ben. 
    Ben 
    daha ölümü düşünmüyorum. 
    Ben daha bir çocuk doğuracağım. 
    Hayat taşıyor içimden. 
    Kaynıyor kanım. 
    Yaşayacağım, ama çok, pek çok, 
    ama sen de beraber. 
    Ama ölüm de korkutmuyor beni. 
    Yalnız pek sevimsiz buluyorum 
    bizim cenaze şeklini. 
    Ben ölünceye kadar da 
    bu düzelir herhalde. 
    Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde? 
    İçimden bir şey: 
    belki diyor. 


    want to die before you. 

    want to die before you. 
    Do you think that who passes later 
    will find who's gone before? 
    I don't think so. 
    You'd better have me burned, 
    and put me on the stove in your room 
    in a jar. 
    The jar shall be made of glass, 
    transparent, white glass 
    so that you can see me inside... 
    You see my sacrifice: 
    I renounced from being part of the earth, 
    I renounced from being a flower 
    to be able to stay with you. 
    And I am becoming dust, 
    to live with you. 
    Later, when you also die, 
    you'll come to my jar. 
    And we'll live there together 
    your ash in my ash, 
    until a careless bride 
    or an unfaithful grandson 
    throws us out of there... 
    But we 
    until that time 
    will mix 
    with each other 
    so much that 
    even in the garbage we are thrown into 
    our grains will fall side by side. 
    We will dive into the soil together. 
    And one day, if a wild flower 
    feeds from this piece of soil and blossoms 
    above its body, definitely 
    there will be two flowers: 
    one is you 
    one is me. 

    don't think of death yet. 
    I will give birth to a child. 
    Life is flooding from me. 
    My blood is boiling. 
    I will live, but long, very long, 
    but with you. 
    Death doesn't scare me either. 
    But I find our way of funeral 
    rather unlikable. 
    Until I die, 
    I think this will get better. 
    Is there a hope you'll get out of prison these days? 
    A voice in me says: 
    maybe.
               
    read by Dağhan Külegeç;


    Minnacık KadınThe Miniature Woman

    Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın 
    Ve Hanımelleri 

    O mavi gözlü bir devdi. 
    Minnacık bir kadın sevdi. 
    Kadının hayali minnacık bir evdi, 
    bahçesinde ebruliii hanımeli 
    açan bir ev. 

    Bir dev gibi seviyordu dev. 
    Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, 
    yapamazdı yapısını, 
    çalamazdı kapısını 
    bahçesinde ebruliiii 
    hanımeli 
    açan evin. 

    O mavi gözlü bir devdi. 
    Minnacık bir kadın sevdi. 
    Mini minnacıktı kadın. 
    Rahata acıktı kadın 
    yoruldu devin büyük yolunda. 
    Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, 
    girdi zengin bir cücenin kolunda 
    bahçesinde ebruliiii 
    hanımeli 
    açan eve. 

    Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, 
    dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: 
    bahçesinde ebruliiiii 
    hanımeli 
    açan ev.. 


    The Blue-Eyed Giant, the Miniature Woman 
    and the Honeysuckle 


    He was a blue-eyed giant, 
    He loved a miniature woman. 
    The woman's dream was of a miniature house 
    with a garden where honeysuckle grows 
    in a riot of colours 
    that sort of house. 

    The giant loved like a giant, 
    and his hands were used to such big things 
    that the giant could not 
    make the building, 
    could not knock on the door 
    of the garden where the honeysuckle grows 
    in a riot of colours 
    at that house. 

    He was a blue-eyed giant, 
    he loved a miniature woman, 
    a mini miniature woman. 
    The woman was hungry for comfort 
    and tired of the giant's long strides. 
    And bye bye off she went to the embraces of a rich dwarf with a garden where the honeysuckle grows 
    in a riot of colours 
    that sort of house. 

    Now the blue-eyed giant realizes, 
    a giant isn't even a graveyard for love: 
    in the garden where the honeysuckle grows 
    in a riot of colours 
    that sort of house... 



    Ceviz AğacıThe Walnut Tree

    Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, 
    ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, 
    budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. 
    Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

    Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
    Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 
    Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, 
    koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. 
    Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. 
    Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. 
    Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. 
    Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. 
    Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. 

    Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
    Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 


    my head foaming clouds, sea inside me and out 
    I am a walnut tree in Gulhane Park 
    an old walnut, knot by knot, shred by shred 
    Neither you are aware of this, nor the police 

    I am a walnut tree in Gulhane Park 
    My leaves are nimble, nimble like fish in water 
    My leaves are sheer, sheer like a silk handkerchief 
    pick, wipe, my rose, the tear from your eyes 
    My leaves are my hands, I have one hundred thousand 
    I touch you with one hundred thousand hands, I touch Istanbul 
    My leaves are my eyes, I look in amazement 
    I watch you with one hundred thousand eyes, I watch Istanbul 
    Like one hundred thousand hearts, beat, beat my leaves 

    I am a walnut tree in Gulhane Park 
    neither you are aware of this, nor the police 


    Cem KARACA;


    Yaşamaya DairOn Living



    Yaşamak şakaya gelmez, 
    büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
    bir sincap gibi mesela, 
    yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
    yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 

    Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
    yani o derecede, öylesine ki, 
    mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
    yahut kocaman gözlüklerin, 
    beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
    insanlar için ölebileceksin, 
    hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
    hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
    hem de en güzel en gerçek şeyin 
    yaşamak olduğunu bildiğin halde. 

    Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
    yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
    hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
    ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
    yaşamak yani ağır bastığından. 

    II 

    Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
    yani, beyaz masadan 
    bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
    Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
    biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
    hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
    yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
    en son ajans haberlerini. 

    Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, 
    diyelim ki, cephedeyiz. 
    Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
    yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
    Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
    fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
    belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 

    Diyelim ki hapisteyiz, 
    yaşımız da elliye yakın, 
    daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
    Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
    insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 

    Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
    hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 

    III 

    Bu dünya soğuyacak, 
    yıldızların arasında bir yıldız, 
    hem de en ufacıklarından, 
    mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
    yani bu koskocaman dünyamız. 

    Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
    hatta bir buz yığını 
    yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
    boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
    zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 

    Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
    duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
    Böylesine sevilecek bu dünya 
    "Yaşadım" diyebilmen için...



    Living is no joke, 
    you must live with great seriousness 
    like a squirrel for example, 
    I mean expecting nothing except and beyond living, 
    I mean living must be your whole occupation. 

    You must take living seriously, 
    I mean to such an extent that, 
    for example your arms are tied from your back, your back is on the wall, 
    or in a laboratory with your white shirt, with your huge eye glasses, 
    you must be able to die for people, 
    even for people you have never seen, 
    although nobody forced you to do this, 
    although you know that 
    living is the most real, most beautiful thing. 

    I mean you must take living so seriously that, 
    even when you are seventy, you must plant olive trees, 
    not because you think they will be left to your children, 
    because you don't believe in death although you are afraid of it 
    because, I mean, life weighs heavier. 

    II 

    Suppose we're very sick, in need of surgery, 
    I mean, there is the possibility that 
    we will never get up from the white table. 
    although it is impossible not to feel the grief of passing away somewhat too soon 
    we will still laugh at the funny joke being told, 
    we will look out of the window to see if it's raining, 
    or we will wait impatiently 
    for the latest news from agencies. 

    Suppose, for something worth fighting for, 
    suppose we are on the battlefield. 
    Over there, in the first attack, on the first day 
    we may fall on the ground on our face. 
    We will know this with a somewhat strange grudge, 
    but we will still wonder like crazy 
    the result of the war that will possibly last for years. 

    Suppose we are in the jail, 
    age is close to fifty, 
    supose there are still eighteen years until the iron door will open. 
    Still, we will live with the outer world, 
    with the people, animals, fights and winds 
    I mean, with the outer world beyond the walls. 

    I mean, however and wherever we are 
    we must live as if there is no death... 

    III 

    This earth will cool down, 
    a star among all the stars, 
    one of the tiniest, 
    I mean a grain of glitter in the blue velvet, 
    I mean this huge world of ours. 

    This earth will cool down one day, 
    not even like a pile of ice 
    or like a dead cloud, 
    it will roll like an empty walnut 
    in the pure endless darkness. 

    You must feel the pain of this now, 
    You must feel the grief right now. 
    You must love this world so much 
    to be able to say "I lived"...





    NAZIM HİKMET RAN'S BİOGRAPHY

    Firstly, I want to start with his words.


     He is aTurkish communist poet. Born in Salonica, in 1902. He studied at the Galatasaray Lycée in Istanbul and attended the Naval War School in Heybeliada. While he was a board officer dropped because of ill health. He went to Anatolia to join independence war and worked as a teacher in Bolu. Then over Trabzon and Batum went to Moscow. At the University Kutv he studied political economy and sociology. He joined Communist Party of Turkey. In 1924 he returned to Turkey. Because of his articles and poems in the communist periodical "Aydinlik" he was sentenced to prison for 15 years, but escaped to Moscow. After the Amnesty Law at 1928 he returned again to Turkey. He worked at the periodical "Resimli Ay" In 1932 he was sentenced again to prison for 4 years, but this time pardoned in 1933 in the General Amnesty of 10th Year of Republic. He worked as a journalist and in the film studios. In 1938 his poems and books was found in the War School and he was condemned to prison for 28 years 4 month because of his "agitation in army". He was prison in Cankiri and Bursa. After a international campaign he was released but he lived under the police control. He escaped again to Moscow. At 25 July 1951 he lost his Turkish citizenship but became a Polish citizen. He died at 3 June 1963. His grave is in Moscow.

      Today, Nazim Hikmet's poems ara loved and read by the people. New generation trying to understand him and his hope for free society. In an age where all the boundaries are lifted, meaning of freedom is defined and better understood still some people ara trying to label Nazım Hikmet as traitor. This is an indication of his effectiveness as poet and his greatness.